Reklamı Kapat
Anasayfa > Makaleler > Önce çizgi çizdiler…
Önce çizgi çizdiler…
18.07.2017 09:16

Evet her şeyin başı buydu. Birileri neler olacağını bilmeden duvara bir çizgi çizdi. Baktılar ki şekiller, resimler insanların anlaşmasını kolaylaştırıyor çizmeye devam ettiler. Sonra resimler karakalem çalışmalara döndü. Mesajların daha etkili aktarıldığı anlaşılınca resimler öykü anlatmaya başladı. Öyküler uzadı, resimler çizgi roman, anlatılar tiyatro oldu. Daha güçlü olduğu anlaşılan resmin, harfler ve kelimelerin yerini almasının önünde bir engel kalmamıştı. El yapımı resimler fotoğraflara; fotoğraflar ardışık akan kareler olan sinemaya dönüştü. İşte her şey çok kolay olmuştu artık. Senelerce uğraşmadan, kitaplara gömülmeden öğrenmek, zamanın önüne geçerek mesaj iletmek çocuk oyuncağıydı artık. Tiyatro gibi sahne gösterileri ve sinema insanları bir mekânda toplarken bu yetmez olmuş, artık iletileri insanların ayağına götürmek gerekmişti, televizyon evimize girmişti.

Sanatın iletişim, iletişimin de bir sanat olduğu günümüze gelene kadar geçen zamanda, koşullar kendi kurallarını oluşturdu. Kurallar mesleklerin yapı taşlarını meydana getirdi.

Çocukluğum radyonun ve televizyonun koridorlarında koşuşturmakla geçti diyebilirim. O koşuşturmaca sırasında gözüme ve kulağıma takılanlar beni biraz teknoloji bağımlısı yaptı. Uzun süreli bir eğitim de denebilir. O nedenle sektöre yeni katılan arkadaşların Betacam kaseti bilgisayara sokmaya çalışmaları, Time-Code ile CTL süre ölçümünü bilmemeleri, yaşamları boyunca tv kumandasından başka cihaz kullanmamış olmaları garibime gidiyor. Babam da böyle garip öyküler anlatırdı kimi zaman. Manyetik bandı silgiyle silmeye çalışan genç radyocunun, düşürdüğü bantların seslerinin birbirine karıştığını sanan prodüktörün öykülerini fıkra gibi dinlerdim. Haydi teknolojinin transistörlü radyo kadar olduğu dönemde bunları olağan karşılayabiliriz ama günümüzde hala böyle anekdotlar duymak hiç de iç açıcı değil.

Bunların suçunu biraz da kendimizde aramalıyız sanırım. Biz eskilerden yenilere bilgi aktarımında kesinti var kanımca. TRT hizmet içi eğitimle bunu bir ölçüde kapatıyor. Oysa özel sektör bu konuda gerçekten kötü bir tablo çiziyor. Televizyonculuk eğitimi veren kurumlardan pek çoğunda hayatı boyunca stüdyodan içeri adımını atmamış öğretim üyeleri yeni nesli yetiştiriyor.  Kitaplardan okuduklarını, hiçbir gerçeklikle örtüşmeyen bilgilerle harmanlayıp çocuklara televizyonculuk öğrettiklerini sanıp bize yolluyorlar. Biz de hepsine tekrardan televizyonculuk öğretiyoruz. Bu durum eskiden farklı mıydı sanki? Basın Yayın Radyo Televizyon bölümünü bitirip de TRT’ye adımımı attığımda, öğrendiklerimin varolan uygulamayla uzaktan yakından ilgisi olmadığını bizzat yaşamıştım. Ne mi okumuştum 4 yıl boyunca? 7 tane hukuk dersi, istatistik gıvır zıvır. İnanın sonraki yaşamımda en çok işime yarayan dersler Türkçe, Dil Bilgisi ve Sanat Tarihi oldu. Satır satır ezberlettikleri Basın Kanunu şimdi hayal oldu. Anayasa Hukuku’nun delinmedik yeri kalmadı. Artık kimse U-Matic, 1-inch, 16 mm kullanmıyor. Görsel anlatım dili kuralları ise Truva Harabeleri kadar eski ve delik deşik. 



Ne yazık ki medya konusunda eğitim veren kurumlarımızdan başlayarak, bu konuda hizmet veren işyerlerine kadar oturmuş, doğru ve düzgün işleyen bir sistem yok.

Eğitim kurumlarında gençlere kağıt kalemle televizyonculuk öğretiyorlar. Çoğu kameraya elini değmeden, interkomu telefon markası sanarak buralara geliyor. Hepsi Eisenstein’in kurgu kuramlarını, Baudrillard’ın iletişim teorilerini, dışavurumcu Alman sinemasının yönetmenlerinin adını ezberleyip televizyoncu olduk sanıyorlar. Bir zamanlar bize iletişimi öğretmeye çalışan Korkmaz Hoca’nın da Weber’in 1800’lü yılların sonlarında yazdığı toplumsal değerlendirmeleri ve iletişim tanımlarını ezberletmeye çalışması ne kadar anlamsız geliyor şimdi. Televizyonculuk eğitiminde kuramsal çalışmanın, uygulamanın önüne geçmiş olması bugünkü halimizin mayasıdır. Günü yaşamayan bilgilerle verilen eğitim sadece genel kültür olmaya mahkumdur. Ortaokulu okurken bir gün babam omuzbaşımdan uzanıp okuduğum tarih kitabına bakmış, “Aaaa, ben de bu kitabı okudum” demişti. Babam aynı sınıftan benden 25 yıl önce geçmişti. Zaman o kadar hızlı akıyor ve iletişim o kadar güçlü ki artık, eskisi gibi bir bilgi kitabının ömrü kuşakları eskitmiyor. Ne yazık ki bizde eğitimciler kaşarlanmış bilgileri ısıtıp ısıtıp öğrencilerin önüne atıyor hala…

Sistemin bir başka topal noktası da şu: Medya sektörünün bir meslek birliği yok. Medya çalışanları olarak iş dünyasının önemli bir oranını işgal ediyoruz. Ancak ne yazık ki hiçbir koşulda bir araya gelemiyoruz. Hangimize sorsanız hep aynı masalı anlatır dururuz yıllardır: “Mutlaka bir araya gelmeliyiz”. Sanal alemde birkaç gruplaşma denemesi var. Bazı medya kuruluşlarının içinde buluşan, dertleşen arkadaş grupları çıkış arıyor. Kimileri kendi kişisel çabasıyla medya içerikli web sayfaları oluşturup buralarda medya dertleşmeleri yapıyorlar. Kimileri de kendi iş ortamımızı malzeme olarak kullanıp sanal alemi besliyor. Ama asıl istenen, asıl beklenen hep birlik olmak. Çünkü binlerce yılın insanlık öğretisi aynı noktayı işaret ediyor: “Birlikten kuvvet doğar.”

Berberlerin bile esnaf odası varken, berber olabilmek için esnaf birliğinden yetki-ustalık belgesi alınması gerekirken, üst düzey ve nitelikli iş gücü istihdam eden, yaptığı iş sanat mecrasına giren bir iş kolunda böyle bir beraberlik ve sertifika sisteminin olmaması gerçekten çok garip. Ve işte bu nedenledir ki medya alanında ekmek parası kazanmaya çalışan bizler hiçbir hakkımızı savunamaz, gerekçesiz işten çıkarılır, sigortasız, belgesiz, kayıtsız kuyutsuz çalışır dururuz. Tazminatlarımız için yıllarca mahkemelerde sürünürüz, kapanan veya batık durumdaki firmalardan paramızı alamayız. Sadece çalışanlar için mi bu durum? Elbette değil. Piyasada çeşitli alanlarda yüzlerce prodüksiyon firması var. Bunlar gerek hizmet ve gerekse mal üreterek varlıklarını sürdürmeye çalışıyor. Peki hizmet veya mallarının bedellerini zamanında alabiliyorlar mı? Faturasını kesip aylarca bekleyen ve bu yüzden batan şirket sayısı hiç de az değil. Peki bu durumda bütün suç sadece yayıncı kuruluşlara mı kalıyor?  Elbette değil. Asıl sorun sistemin kendisinde.

Hatırlarsanız ilk özel yayın kuruluşları 1990 lı yılların başında piyasaya çıktığında çalışanlar ve hizmet verenler o döneme göre oldukça yüksek bedeller alıyorlardı. Toplumun emekçi kesiminden hiç kimse böyle bir gelire sahip değildi. Kuruluşlar ülkenin reel çizgisinden çok ötelerde lüks koşullarda işletiliyordu. Hayali gelirler ortadan kalkınca ve işletmeler sadece sponsor ve reklam gelirlerine mahkum kalınca piyasa ekonomisi gerçek yüzünü gösterdi. Har vurup harman savrulan ilk yılların borç yükü pek çok yayıncının iflas etmesine, el değiştirmesine veya devlet tarafından el konulmasına yol açtı. Şimdi ise o dönemden ağzı yanan patronlar yoğurdu üfleyerek yiyor. Kurumların başına artık sektör ile alakası olmayan muhasebeciler genel müdür olarak oturuyor. Eh onlar da kurumları market gibi işletiyor. Programcılar, yönetmenler, grafikerler, teknikerler, kameramanlar, sesçiler, ışıkçılar, dekoratörlerin hepsi reyon görevlisi veya kasiyer konumuna düştü ne yazık ki.

Yukarıda aktardığım düşüncelerden sakın kimse kuramsal eğitime karşı çıktığımı anlamasın. Ama yaptığınız pasta hamuruna gereğinden fazla un katarsanız hamur taş gibi olur yenmez; çok su kadarsanız da cılk olur pasta tutmaz. Eğitimde de neyi ne ölçüde öğreteceğinize iyi karar vermelisiniz.

Televizyon her evin dünyaya açılan kuyumcu vitrini gibi alımlı ve ışıltılı penceresidir. O hayal dünyasına kapılmamak mümkün değil. İşte televizyonun çekim gücü buradan geliyor. Bu nedenle televizyonculuk bugün çok popüler bir iş kolu. Nasıl ki kuyumcudaki malları üreten atölyeler, vitrindeki görünümden başka bir dünya yaşıyorsa, o şatafatlı beyaz camın arkasında da bambaşka bir dünya var.  O nedenle bu sektöre adım atmadan önce iyi incelemeli, artıları eksileri iyi hesaplamalı ve öyle karar vermelisiniz.

Bir zaman gelecek, nasıl ki televizyonu tiyatroya tercih etmişsek, çizgi romanın artık daha az kullanılan hobi, özel bir şey olma durumuna geldiği gibi görüntülerin üç boyutlu ortamlarda telepsikomatik olarak yansıtıldığı dönemlerde, tozlu raflarda kalan televizyon makinelerimizi arada bir çıkartıp seyredeceğiz. TV fan kulüpleri olacak, arada toplanıp nostaljik gösteriler yapılacak. O zaman da bizim bu yazdıklarımız demode kalacak. Eh, zaman çılgın bir nehir gibi akıyor, önünde durmak mümkün mü?

İnsanlık tarihinin her döneminde bir tek şey değerini yitirmemiştir: Bilgi. Bilgi sahibi olan her zaman gücü ve başarıyı elinde tutmuştur. Yaptığınız işle ilgili herkesten daha fazla bilgi sahibi olmalı ve bu bilgi doğru yerlerde kullanmalısınız. Bu sizi başarıya ulaştıracaktır. Başarı dediğin nedir? Onu da siz kendinize göre tanımlayın.  

YAZAR HAKKINDA
Teoman Kozan
Televizyon Yönetmeni | teomankozan@gmail.com
En Çok Okunanlar
Dergi