1986 yılı ve sonrasında bir yandan TRT’de çalışırken, gençliğin bitmez tükenmez enerjisinden veya 1981 sonrası ülkemizin “tek renklendirilmiş” gençliğinin açlığından olsa gerek ek işler yapıyordum. Bunlardan birisi de o dönem pek popüler olan seslendirme stüdyolarındaki teknisyenlikti. Hem ses kayıtlarında çalışıyordum hem de o dönem “enter bant” olarak adlandırılan konuşmalar dışındaki ses ve efekt kuşağını hazırlıyordum. Hangi ekonomik/teknik gerekçeyle olduğu bilinmez TRT’de yayınlanacak film ve dizilerin hepsi miksli geliyordu.
Yüksek kaliteli telesine ve 1 inç manyetik bantlar sadece TRT’de vardı. Çok pahalı cihazlardı. O dönemde yurt dışından alınan görsel malzemenin iş kopyaları U-Matic’lere çıkartılırdı. Seslendirme stüdyolarına bu şekilde dağıtılırdı.
80’ler, video kaset kiralama dükkanları mısır patlağı gibi yayılmıştı. Raksotek gibi bazı firmalar yasal yollarla getirdikleri filmleri seslendirme stüdyolarında Türkçe seslendirip piyasaya sürerlerdi. O dönemin en önemli konularından birisi ülkenin ekonomik ve siyasi durumu değil; VHS mi BETAMAX mı daha iyi tartışmasıydı. E tabi bir de “black market” denilen yasadışı olarak bavullarda getirilip iç pazara dağıtılan filmler vardı. Avrupa filmleri, Holivut filmleri, Hint filmleri, Çin karate filmleri pek revaçtaydı.
U-Matic iş kopyaları genellikle VHS’ye aktarılır, seslendirme sanatçıları izleme odalarında bu filmleri toplu olarak izler provalarını yapardı. Ağzı tutmayan metinleri senaryoya uygun şekilde düzeltirlerdi. Sonra da stüdyoya geçip asıl kayıtlar alınırdı. Günümüzde önüne gelen metni akıl süzgecinden geçirmeden okuyan seslendirmeciler var ne yazık ki. Merak eden belgeselleri izlesin.
Bazı film artistlerinin sesi orijinal karakterin üzerine yapışmıştı. Hem TRT hem de video kiralama sistemi ile evlerin en ucuz eğlencesi haline gelen filmlerdeki karakterler lüzumundan fazla içselleştiriliyordu. Yani yakın zamanda dizi karakterlerine cenaze namazı kılınması gibi akıldışı davranışların kökeni epey eskiye dayanıyor.
TV ekranı ve sinema perdesindeki herşey tamamen gerçekmiş gibi algılanıyordu. Kötü karakterleri oynayan sanatçılar toplum içinde de yaftalanıyordu. Erol Taş, Coşkun Göğen (Tecavüzcü Coşkun), ilaçlı gazozuyla meşhur Nuri Alço bunlardan sadece birkaçı.
Seslendirme sanatçıları da film karakterleriyle eşleştirilmişti. Sinemamızdaki en tanınmış seslerden birisi Mehmet Ali Erbil’in babası Saadettin Erbil’dir. Erol Taş gibi bütün kötü karakterleri o seslendirmiştir. Elbette yüzlerce Türk filminde kadın karakterlere sesini vermiş olan Jeyan Mahfi Ayral Tözüm’ü unutmayalım. Sylvester Stallone, Al Pacino ve Robert De Niro, Fred Çakmaktaş ve Cosby Ailesi’ndeki Bill Cosby karakterlerinin sabit sesi Sezai Aydın’dı.
Tom Hanks, Bruce Willis, Richard Gere, Tom Cruise ve Jude Law’a ses veren Sungun Babacan’dı. Cate Blanchett,Matrix’in sert kadını Trinity ve Kill Bill’de Uma Thurman, Angelina Jolie, Eva Green, Emma Thompson ve Charlize Theron ile sesi eşleştirilen Zeynep Özden Ayyıldız’dı.
Stüdyoda ses kayıtları yapılırken bir yandan da diğer odada enter bant hazırlanırdı. Sonra seslendirme ve efektler U-Matic’te mikslenerek birleştirilir ve ilgili kuruluşa geri gönderilirdi. Onlar da bu iş kopyasını master üzerine aktarıp oradan yayın veya çoğaltma yaparlardı.
80’li yıllardan itibaren iç piyasada yapılan seslendirmelerin kalitesi müthiş bir seviyeye ulaştı. Bunda tiyatro kökenli sanatçılarımızın büyük emeği var. Son dönemde seslendirme stüdyolarında kullanılan teknoloji inanılmaz boyutlara ulaştı. Artık enter bant da hazırlanmıyor, pek çok filmin efekt sesi hazır geliyor. Ancak işlerin artması ne yazık ki kalitenin düşmesine sebep oldu.
O zamanlar seslendirme kadrosuna girebilmek için gerçekten işini iyi yapmak gerekiyordu. Şimdi ses tonu biraz iyi olan ve artikülasyonu sınırda olan herkes stüdyoya adım atabiliyor.
Şimdi gelelim başlıkta belirttiğimiz konuya.
Bir gün seslendirme stüdyosunda sektöre emek vermiş kıymetli bir ablamı, Holivut filmi deşifre ederken buldum. Çok şaşırmıştım. O zamanlar internet filan yok tabii, öyle senaryolara hop diye ulaşamıyorsunuz. Bir yerli film çalışması yapacaklardı. Bu zamanda niye böyle bir yöntem tercih ediyorsunuz dedim. Ülkemizin inanılmaz yazarları var. Niye kendi hikayelerimizi filmleştirmiyoruz diye sordum, içtenlikle şöyle yanıtlamıştı:
“Pek çok sebebi var ama iki tanesi önemli. Denenmiş ve sonucu kanıtlanmış bir senaryoyla çalışmak zaman ve para kazandırır. Diğeri ve belki de daha önemlisi, bizde senaryo yazarı yok. Evet pek çok roman yazarı, hikayeci, öykücümüz var ama hiçbirisi veya diğer yazarlar bunları senaryolaştırmıyor. Bize de hazır senaryoları Türkleştirmek yolu kalıyor.”
1960’lı yıllarda Yeşilçam’da başlayan bu kopyacılık ne yazık ki günümüze kadar bir virüs gibi yaygınlaştı. Örümcek ağı gibi elimize kolumuza bulaştı. Oysa bu toprakların edebiyatı her zaman güçlü olmuştur. Binlerce yıldan süzülen halk öykülerimiz, masallarımız, efsanelerimiz vardı. Superman, Batman gibi hayali değil, gerçek kahramanlarımız vardı. Niye, niye, niye?
Bugün çekilen yerli filmlerimiz ve çeşitli platformlarda karşımıza çıkan dizilerin pek çoğu yabancı kaynaklı. Dijital platformların dayattığı Amerikan formülasyonu uygulanmış dizilerin hiçbiri Hababam Sınıfı veya Şaban filmlerinin yerini tutmuyor. Olmuyor, o elbise üzerimize, ruhumuza oturmuyor. Eli içeriğe değmeyen reklam yönetmenlerinin göz alıcı sahneleri bizi tatmin etmiyor. İki tane sarı binlik ile çekilen, üzeri çizik dolu, sesi dalgalanan filmlerin yerini tutamıyor. Ertem Eğilmez’in çözdüğü şifreleri hala Holivut şifrelerinde arıyoruz.
Şimdi elbette karşı söylemler da gelecektir. Yerli senaryolara ve gerçek yönetmenlere ne kadar kapı açılıyor ki? Onlara olanak tanınmıyor, sermaye desteği yapılmıyor, sinemaya ulaşabilen yerli çalışmaları kaç seyirci izliyor? Para kazanmayan yerli içerik nasıl palazlansın…
Doğru iş her zaman sonuç alır. Cem Yılmaz veya Yılmaz Erdoğan gibi bütün kazandığını sinemaya, tiyatroya yatıran adamlar çoğalır. Babam ve Oğlum çıkar gişe rekoru kırar. Toplumun o anki nabzına göre şerbet veren Ayla gibi proje filmler çalışılır. Bandırma Füze Kulübü filmleştirilir. Müslüm gibi popüler isimlerin biyografik filmleri yapılır. Vecihi Hürkuş’a yapılan yılların ayıbı biraz olsun azaltılır.
Eleştirmeye gelince herkes eleştiriyor. Yok sanatçının ailesi senaryoyu beğenmemiş, gerçekleri yansıtmıyormuş filan. Yahu hangi Elvis filmi veya Kennedy suikast filmi gerçekleri tam yansıtıyor? Bu yılın Oppenheimer’i ne kadar gerçeklere dayanıyor? Ya o “vahşi kızılderili” filmleri… İkinci dünya filmleri…
Bizim halkımız, yerli filmde anlatılan veya yerli edebiyatta yazılan herşeyin gerçek olmasını, ayaklarının yere basmasını bekliyor. Senaryo ve filmdeki en ufak sallantıyı, hayalperestliği, öykünün ellenmesini kabul edemiyor.
Yerli yapımlarda bunları eleştirinin iğneli çuvalına sokarken o zaman Superman’ı, Batman’ı, Yüzüklerin Efendisi’ni, Matrix’i de eleştireceksin. Bunlara gişe rekorları da kırdırmayacaksın. Ya da yerli işlerimize de onlara gösterdiğin ilgiyi ve hoşgörüyü göstereceksin.
1940’lardan sonra bu topraklarda yaşayan insanlarımızın karakteri üzerinde çok oynandı. Hala da oynanıyor. Bir yabancı hayranlığı ve bir eziklik duygusu üzerimize çörekletildi. Yerli bir şey yapıldığı zaman bütün eleştiri okları onun üzerine atılıyor. Yok öyleydi, yok böyleydi, yok iyi yapamamışlar, yok bizden bir b*k olmaz, orası öyle mi olurmuş, burası niye böyleymiş. E o zaman sen daha iyisini yap. Buyur hodri meydan. Artık kamera cep telefonunda. Evde de oturup kurgunu yaparsın. Bütün bu teknolojiyle Şaban filmlerinin tekniğinden yüz kat fazlasına sahipsin.
Öncelikle şu eziklik duygusunu, şu yabancı hayranlığını üzerimizden atmamız gerekiyor. Sonra da kendi değerlerimizi sinemaya yansıtmamız lazım. Bu işi yapanlara sahip çıkmak, desteklemek gerek. Onların ürünlerini “bilet alarak” tüketmek gerekiyor. Çünkü adam para kazansın ve bir sonraki projesini gerçekleştirebilsin.
Kitaplar dolusu yazacak çok şey var ama şimdilik bu kadar.
Sinema değil, her konuda “sadece tüketici” olmaktan uzaklaşmalı, üretici de olmalıyız. İçeriği kendimiz üretmeliyiz. Başkalarının ürettiğini içselleştirerek, onların senaryolarını yerli sanatçılarla çekerek bir yere varamayız.
Varamıyoruz.