Sevgili dostlar merhaba,
Sanal gerçeklik ve yapay zeka konusunu çalışmak, bunu derli toplu bir hiyerarşik düzende sunmak çok zor bir süreç oldu benim için. Konuların biribiriyle etkileşimi, içiçe girmesi, zaten bizim televizyon ve sinema dünyasının da başlıbaşına dev bir külliyata sahip olması ve her geçen gün yeni ürünlerin çıkması da cabası. O yüzden bu konuyla ilgili çalışmayı kendi kurduğum bir ilişkiler ağı içerisinde oluşturmaya çalıştım. Bu noktada TRT Medya Eğitim Koordinatörlüğü tarafından yayınlanan akademik hakemli TRT Akademi Dergisi'nin 2016/2. sayısındaki “Dijital Dünyanın Gerçekliği- Gerçek Dünyanın Sanallığı – Bir Dijital Medya Ürünü Olarak Sanal Gerçeklik”* adlı çalışmamı esas aldım. Bu bağlamda gerçek ve sanal kavramlarını irdeleyip genel olarak bunların felsefe, edebiyat, sinema ve tv dünyasındaki bazı örneklerini değerlendirerek günümüzde sanal gerçeklik ve yapay zakanın geldiği ortam, uygulama, araç ve teknolojilerini inceleyip gelecekle ilgili öngörüleri kendi yorumumu da katarak aktarmaya çalışacağım.
Günümüz dünyasının en önemli tartışma konularından biri şüphesiz gerçekliğin sorgulanmasıdır. Aslında gerçek, insanoğlunun düşünsel yapısının gelişmeye başladığı ilk dönemlerden beri sorgulana gelmiştir. İnsanın yaşadığı ortamı, duygularını, hislerini, rüyalarını, geçmişi ve geleceği, yaşadıklarını anlamaya çalışma çabası onu gerçeğin kendisini de yorumlamaya zorlamıştır. Bunun üzerine düşünürler, yazarlar ve sanatın her dalında üretim yapan insanlar birçok çalışma yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.
Günümüzde bilim kurgu romanları, filmler, mobil uygulamalar ve simülatörler bu ortamdan beslenmekte, hatta öngörülerle desteklenmektedir. Hayatın gerçekliğini ve gerçeğin sanallığını tartışma konusu yapacak kadar etkili olgulardan biri ise sanal gerçeklik (virtual reality) olarak adlandırılan kavram ve teknolojileridir. Sanal gerçeklik, yazılımlar ve özel donanımlarla oluşturulan, insana gerçek algısı veren gerçek ya da kurgusal ortamlardır. Günümüzde cep telefonu ve mobil uygulamaların gelişmesiyle kitlelere çok daha kolay ulaşan ve bireysel deneyimler yaşatabilen sanal gerçeklik, geleceği biçimlendirecek bir teknoloji olma yolunda hızla ilerliyor. Her geçen gün gelişen mobil telefon uygulamaları, görüntü ve ses donanımları aracılığıyla bu alanın çok çabuk büyüyerek daha da gerçekçi uygulamaların sunulacağı ve milyarlarca dolarlık büyük bir pazar olacağı öngörülüyor. Sanal ve artırılmış gerçeklik (Augmented Reality) alanında 2016 yılında yapılan harcamalar 6.1 milyar dolardı, 2017’de ise 2016'ya göre % 130.5 artarak 13.9 milyar dolara çıkması bekleniyor. NASA bünyesindeki Singularity Üniversitesi’nde yapılan araştırmaların sonuçları, yakın bir gelecekte sanal gerçeklik ortamlarının geleceğin en büyük sektörlerinden biri olacağını göstermektedir (Singularityhub 2016). Sanal gerçekliğin dijital medyan ürünleri ve özellikle yapay zeka teknolojileriyle de beslenerek geleceğin en önemli çok alanlı (multidisipliner) ve alanlar arası ilişkili (interdisipliner) konularından biri olacağı da çok müthiş bir öngörü olmayacaktır. Eğlence, tıp, savunma, eğitim, sanatın hemen her dalı ve arkeoloji başta olmak üzere bir çok alan sanal gerçeklik üzerine gelişecek.
Gerçek, hayal ve sanal yüzyıllar boyunca filozoflar tarafından sorgulanmıştır. İnsanın yaşadığı gerçeklik ile algı sistemi yorumlanmış, gerçek ve gerçek olmayan için oluşan şüphe ve varsayımlar tarih boyunca tartışılmış; felsefe, sanat, edebiyat, tiyatro ve sinema için hep konu olmuştur. Gerçeğin sorgulanmasında içinde bulunduğumuz gerçekliği algılarımızla anlamlandırdığımız için gerçeğin de çok farklı bir ortam olabileceği ve hatta böylelikle evrenin varolmamasının da mümkün olduğu argümanı temeli oluşturmuştur. Günümüzde ise gelişen teknolojinin yeni ürünleri insanın gerçek ve gerçek olmayana olan ilgisini eğlence, eğitim, kültür ve savunma ihtiyacı üzerinden beslemeye devam etmektedir.
TDK Sözlüğü'nde gerçek; bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan olarak tanımlanırken, gerçeklik; gerçek olan, var olan şeylerin tümü olarak tanımlıyor. Sanal kelimesi ise köken olarak “sanmak” sözcüğünden gelmektedir; fakat sahte, yanlış ya da gerçeğin zıttı olarak düşünülmemelidir. Sanal, gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum, farazi, tahminî biçiminde tanımlanır. Onun yerine sanal çevre (virtual environment), siberuzay (cyberspace), sanal dünya (virtual world) ve yapay gerçeklik (artificial reality) gibi farklı ifadeler kullanılsa da sanal gerçeklik kavramı artık oturmuştur. Sanal gerçeklik terimi aynı zamanda sanal gerçekliğin öncüsü olarak kabul edilen Jaron Lanier tarafından kullanılmıştır.
Günümüzün popüler filozofu Slavoj Zizek sanal gerçekliği, yapay dijital bir ortamda, gerçeklik deneyimimizin yeniden üretilmesine imkân tanıyan oldukça acınası bir fikir olarak nitelendirir. Zizek "Bence bugün olup biteni anlamak için can alıcı şey, çok daha ilginç olan aksi bir düşüncedir: Sanal gerçeklik değil, sanalın gerçekliği. Yani gerçeklik; bununla etkililiği, etkinliği, gerçek etkileri kastediyorum, henüz tam anlamıyla varolmayan, fiili olmayan bir şey tarafından üretilmiş, meydana getirilmiştir" diyor.
Kapitalizmin desteklediği dijital medya ürünleri, gerçek ve gerçek olmayan kavramlarının günümüzde daha çok tartışıldığı, hatta birbirine karıştırıldığı bir ortam yarattı. Jean Baudrillard gibi düşünürler, medyada gerçekliğin içi boşaltılarak yaratılan yapay bir ortamın gerçeğin yerini aldığını iddia ediyorlar. Baudrillard, “Gerçek, simülasyona dönüştü. Buna yol açansa kültür endüstrisinin kendisidir. Yaşadığımız evren simülasyon evrenidir” diyerek gerçeğin simülasyonla nasıl yer değiştirdiğini vurguluyor.
Jean Baudrillard simülasyon kuramında “günümüzde medya her yere uzandığından gerçeklik kavramının ve algısının kökten değiştiğini” vurgular. Böylelikle yaşadığımız fiziki gerçeklik ve medya yoluyla üretilen sanal gerçeklik kendi deyimiyle hipergerçeklik olarak iki farklı gerçeklik biçimi oluşur. Baudrillard’a göre gerçeklik algısı bozulan toplum bu sakat gerçeklik algısıyla sağlıklı düşünemez, böylece tepkisizleşir ve sessiz yığınlara dönüşür. Baudrillard’ın üzerinde durduğu önemli kavramlar gerçeklik ilkesi ve simülakr lardır. Gerçeklik ilkesi, tamamen zihinde oluşan düşünsel bir süreçtir. Gerçek hakkında yanıltılan ya da gerçeklik algısı saptırılan bireyler, tercihlerini gerçek olmayan ama onun yerini alan gerçekmiş gibi şeyler üzerinden yapmaktadırlar. Baudrillard’ın ortaya attığı bir başka önemli kavram olan simülakr, gerçek olmayan fakat gerçek olarak algılanmak istenen görünümlerdir. Hayatımızın her aşamasında ve her konuda simülakrlar karşımıza çıkar. Kozmetik reklamlarındaki mükemmel insanlar gerçekten var mıdır? Yoksa onlar reklamlar aracılığıyla yaratılan birer model, insan simülasyonu mudur?
Baudrillard için Disneyland’deki simülasyon dünyası, bu tarz sorulara cevap aradığı ve bütün simülakr düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modeldir. Simülakr ve simülasyon adlı eserinde kurgulanmış bir ortamın, başka bir kurgu sayesinde nasıl gerçek olarak kabullenildiğini göstermek için Disneyland örneğini verir. Bir konsantrasyon kampına benzettiği otoparka aracını park ederek Disneyland’a giren insanların sonunda yalnız ve terk edilmiş olarak dışarı çıktıklarını düşünür. Ona göre bu düş evrenindeki olağan olmayan şey, farklı duygular yaşatan oyun ve oyuncakların yanı sıra kalabalığın sıcaklığıdır. İçerideki kalabalıkla otopark birbirine tam tezattır. İçerideki oyuncaklar insanları nehir misali sürüklerken, dışarı çıkan insan, yalnızlığa, arabasına doğru ilerlemek zorundadır. Bu perspektifle değerlendirildiğinde simülasyon gerçeğin yerini alarak onun içini boşaltmıştır. “Hakikat, ortada bir hakikat bulunmadığını gizlemeye çalıştığından simülakrların hakikati gizleme şansı yoktur, simülakr hakikat demektir.” Baudrillard’ın önermelerinden yola çıkarak sanal gerçeklik simülasyonlarının yarattığı gerçeklik algısının insanı yalnızlığa iteceği ya da yalnızlığını pekiştireceği de öngörülebilir.
Baudrillard’a göre gerçekliğin öldürülmesi bir cinayettir, görüntü gerçekliği aşmış durumdadır. Artık özneyi kendisinden değil, taklidinden tanıyoruz. Yapaylık, gerçekliğin yerine geçmiş durumdadır. Görüntülerin gerçekliği yansıtma yeteneğini kaybetmesiyle oluşan bir hipergerçeklik ortamında gerçeklikle görünüm yer değiştirmeye başlıyor. İnsanın günümüz medyası sayesinde sanal gerçeklik ürünlerini birer simülakr olarak algılaması doğaldır. Böylece Baudrillard’ın önerdiği gerçeklik algısının yitirilmesi, sanal gerçekliğin en tehlikeli yan etkisi olarak gündeme gelecektir.
Özellikle edebiyat dünyası öngörüleriyle bilim camiasını daima hareketlendirmiştir. Elbette onları da besleyen yüzyıllar içinde felsefecilerin, dini metinlerin ve hikayelerin hatta efsanelerin oluşturduğu, gerçekliği sorgulayan altyapıdır. Günümüz sanal gerçeklik teknolojilerinin bir çoğu daha önce bilim kurgu yazını ve sinemada öngörülmüş şeylerdir. Bunun üzerine özellikle 1900'lü yılların ortalarından itibaren gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojileri de bu sefer edebiyatı beslemeye başlamış bu süreçte bilgisayarların da hızlanması, robotlar ve yapay zeka üzerine yapılan çalışmalar konuyu daha üst seviyelere çıkarmıştır. Kısacası edebiyat ve sinema dünyasıyla bilimsel gelişmeler biribirine karşılıklı ilhamlar vererek günbegün yeni sanal gerçeklik ve yapay zeka ortamlarını geliştirmeye devam ediyor.
Jeff Waynes' ın müzikal çalışması "The war of the Worlds"
Bildiğimiz gibi Auguste ve Louis Lumiere kardeşler, sinematograf adını verdikleri cihazla filmler çektiler. Bunların en ünlüsü ve önemlisi, Trenin Gara Girişi adlı yaklaşık 50 saniyelik filmdir; 28 Aralık 1895’te Paris’te Grand Cafe’deki halka açık gösterimi, sinemanın doğuş tarihi olarak kabul edilir. Filmde buharlı bir trenin Fransa’daki Ciotat kasabasının tren garına girişi ve buradaki yolcular konu edilir. İlginç olan ise filmi izleyenlerin perdedeki dev trenin kendi üzerlerine geldiğini sanarak yerlerinden kalkıp büyük bir panikle salondan dışarı çıkmak istemeleriydi. İnsanların filmi gerçek sanmaları ve ona göre tepki göstermelerinden yola çıkarak bu filmin ilk sanal gerçeklik deneyimi olduğunu söyleyebiliriz.
Amerikalı yazar Ray Bradbury, 1950 yılında yayımlanan asıl adı The World the Children Made olan The Veldt adlı öyküsünde zengin bir ailenin çocuklarının oynadıkları, Afrika görüntülerini 3 boyutlu gösterirken ses, koku gibi duyuları da verebilen bir sistemi konu eder. Çocukların sanal Afrika âlemine olan ilgilerinin endişe verecek boyutlara ulaştığını düşünen ebeveynler bu sanal dünyayı ortadan kaldırma kararlarını çocuklarına ilettikten sonra kaybolurlar. Hikâyenin sonunda sanal dünyadaki Afrika aslanları iki insanı parçalamaktadır. Artık sanal dünyalarında yaşamaya devam eden çocuklar mutludur. Ray Bradbury bu sıra dışı hikâyesiyle tüm bilimkurgu çevrelerince olduğu gibi bence de sanal gerçeklik kavramının yaratıcısı olmayı hak etmiştir.
H.G.Wells’in 1898'de yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanan ve yayıncılık tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri sayılan Dünyalar Savaşı (The War of the Worlds) adlı radyo oyununda Orson Welles, dünyayı istila eden uzaylılarla onlarla mücadele eden insanoğlunu seslerle anlatır. 1938 de yayınlanan bu radyo oyunu o kadar etkili olmuştur ki dinleyicilerin çoğu hikâyenin sanallığını gerçek hayatla karıştırarak panikle sokaklara fırlamıştır. Böylelikle radyo oyunundaki ses efektleri ve etkileyici sunumun bile, insanları sanal bir korku ortamına sokarak gerçek hayattan kopartmaya yettiği görülmüş oldu. 1953 de yönetmen Byron Haskin ve 2005 de Steven Spielberg tarafından sinemaya aktarılan bu hikayeyle ilgili bir notu da müzikseverlere aktaralım. Rahmetli Mehmet Ali Birand’ ın Türk televizyon tarihine yazılan programı 32.Gün'ün jenerik müziği Jeff Wayne’ nin 1978 tarihli yine bu hikayenin müzikalleştirilmiş hali olan çalışmadan alınmıştır. Bu muhteşem müzik ziyafetinin müzikal konser uyarlamasına ünlü oyuncu Liam Neeson da anlatımlarıyla katılmıştı.
Orson Welles radyo oyunu "The War of the Worlds"ün kayıtları sırasında
"The War of the worlds" yayınlandığı dönemde çıkan bir gazete
Dünya sinemasının lokomotifi Hollywood süreç içinde birçok yapımda ses ve görsel efektlerle sanrılar yaratarak sanal dünyanın kapılarını bizlere açan hikayeler sunmuştur. Bu yapımların en etkileyici olanlarından biri de bu günlerde yeniden bir dizi olarak yayınlanan 1973 yapımı olan Westworld filmidir. Filmde insanların, yapay olarak oluşturulan antik Roma, kovboyların yaşadığı Western kasabası ve hayalî cennetler gibi mekânlarda gerçeğinden ayırt edilemeyen robotlarla yaşamak istedikleri fanteziler ve canlı olaylar öyküleştirilmiştir.
West World
Yapay zeka katkılı sanal gerçekliği konu alan en önemli yapıtlardan biri de yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in dünya çapında tanınmasını sağlayan Welt am Draht, Daniel Galouye’nin Simülacron-3 adlı kitabından uyarlanmış kült bir filmdir. Film, sibernetik ve gelecek araştırmaları yapan bir enstütüde Simülacron 1 adında bir programla yaşanan olayları anlatır. Politik, ekonomik ve toplumsal olayları önceden tahmin etme özelliğine sahip olan bu programın yöneticisi Vollmer’in şüpheli intiharı üzerine yerine geçen Dr. Stiller’in programın gerçek amacından ziyade olayları önceden görmek için değil de insanların zihinlerini kontrol ederek gerçek gibi görünen sanal bir dünyayı insan beynine yerleştirmenin tasarlandığını fark etmesiyle olaylar gelişir. Kendisi de programın etkisi altına giren Dr. Stiller gerçek dünya ve sanal dünya arasında sıkışıp kalır ve tıpkı Vollmer gibi delirmenin eşiğine gelir. Film distopik bir anlatımla teknolojinin hayatımızı kontrol altına almasının insanı nasıl gerçeklikten uzaklaştırdığını sorgulamamzı sağlar. Filmin yapım tarihinin 1973 olduğu düşünülürse hikayedeki öngörü ve başarıyı takdir etmek gerek.
Welt am Draht
William Gibson, 1984 yılında yayımlanan Neuromancer adlı bilim kurgu romanında siberuzay adını verdiği ve herkesin bağlanabileceği, sanal gerçeklik benzeri bir süper bilgisayar ağı sistemini anlatmıştı. Neuromancer da siberpunk (cyberpunk) diye adlandırdığı bir bilgisayar ortamında işlenen suçları ve güçlü yapay zekâlara sahip bilgisayarları konu ederek yeni bir bilim kurgu türünün de temelini atmış olan Gibson sayesinde günümüzde sanal gerçeklik terimi yerine siberuzay da kullanılmaktadır.
Yönetmen-yazar Spike Jonze’un Her adlı filminde yapay zekâ ürünü sanal bir kadına âşık olan kahramanımız, bu yazılımın aynı anda binlerce kişiyle ilişki kurduğunu öğrendiğinde aldatılmışlık duygusuyla depresyona girer. Usta yönetmen Wim Wenders Until The End Of The World (Dünyanın Sonuna Kadar) adlı filminde ise hatıra ve rüyalarını izleyebildikleri bir teknolojinin insanları nasıl etkisi altına alıp âdeta esir edebileceğini çarpıcı bir üslupla gösterir.
Tron bir başka sanal gerçeklik efsanesi kült bir filmdir. Ünlü bir bilgisayar oyunu programcısının mükemmelliği ararken kendi yarattığı sanal oyundaki dijital dünyasında hapsolması ve oradan kurtulma çabaları anlatılır. Onu bulmaya çalışan oğlu da bu dijital dünyaya girer ve burdan kurtulmak için ikisi de müthiş bir mücadele içine girerler. 1982 yılı yapımı film zamanının çok ötesinde görsel efektlere sahipken hikayede yaratılan sanal gerçeklik ortamı müthiş bir yaratıcılık örneğidir.
ExistenZ, Lawnmower, Avolan, Brainstorm ve The Thirteen Floor gibi birçok film gelecekteki sanal âlem hayatı hakkında ipuçları verseler de, tüm dünyanın sanal gerçekliğe ilgisini çeken en önemli film, kuşkusuz Matrix olmuştur. Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin senaryosunu yazıp yönettikleri Matrix kendisi de sanal bir ürün olduğu hâlde tüm dünyanın “gerçeklik” kavramını yoğun bir biçimde tartışmaya başlamasını sağlamıştır. 1999 yılında gösterime girdiğinde çığır açan filmin kahramanı Thomas Anderson bir hackerdır, üzerinde çalıştığı “Neo” adlı bilgisayar programı sayesinde, yaşadığımız dünya gerçekliğinin beyinde oluşturulmuş bir simülasyon olduğunu öğrendikten sonra gerçeğin ve gerçek dünyanın peşine düşer. Bu sanal dünyayı ve gerçek bildiğimiz hayatı sorgulama mücadelesinde seyirciyi de aynı çelişki ve kuşkulara düşürür. Bir dijital medya ürünü olan bu film, yaşadığımız hayatın gerçek mi yoksa bir sanrı mı olduğu konusunu tartışmaya açarak hâlâ canlılığını koruyan bir ilgi odağı yaratmıştır.
Matrix filmi mitolojiden felsefeye, mistisizmden fanteziye, oradan teolojiye atıfta bulunarak izleyicinin gerçeği sorgulamasını sağlamıştır. Film zaman içinde bir felsefe olarak da değerlendirilmiş, gerçek ve sanal kavramlarıyla ilgili tartışmalara referans olmuştur. Hepimiz kahve köşelerine kadar inen ve sabahlara kadar süren bu muhabbetlere katılmışızdır. Filmin sıradan bir insana olan en büyük katkısı şüphesiz gerçek hayatta yaşanan sıkıntıların aslında gerçek olmadığı varsayımının insanları rahatlatmasıdır. Matrix filminin en ilginç diyaloglarından biri, gerçeği sorgulamamız için yeterli bir şüphe uyandırıyor ve sanal gerçekliğin kapılarını açıyor: Neo: “Bu gerçek değil mi Morpheus? Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın, eğer hissedebildiklerinden, kokusunu alabildiklerinden, tadıp görebildiklerinden bahsediyorsan onlar beyin tarafından yorumlanan sinyallerdir.” buyrun.....!
Matrix
Gerçek kavramını irdelerken inançlara pek girmemek doğru olur kanısındayım. Çünkü dinler ve kutsallar çok sayıda mucize olarak adlandırılan ve gerçekliği diğer insanlar tarafından çokça tartışma konusu yapılan anlatımlarla doludur. İnançların tartışılmaz olduğunu düşünerek etkileyici bir anekdot ileteyim.
Ünlü şairimiz Ülkü Tamer bir yazısında çocukluk döneminin geçtiği Antep’in sinemasever işletmecisi Nakıp Ali’nin sinemasından bahsederken ilginç bir anısını şöyle nakletmişti: “Nakıp Ali bir ara bir hac filmi getirtti. Cami hocalarını toplayıp ziyafet çekti, sonra da özel olarak filmi oynattı onlara. Ertesi gün, artık nereden kaynaklandıysa, bir rivayet yayıldı kente: ‘Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır.’ Film kapalı gişe gösterime girdi ve haftalarca oynadı. Arada bir yaşlı kadınlar geliyordu Nakıp Ali’nin yanına: ‘Evladım, ben iki kere gördüm. Üçüncüsüne param kalmadı. Sevabına… Bari yarım hacı olayım,’ diyordu. Nakıp Ali yanıtlıyordu. ‘İstersen dört kere daha gel, para mara istemez’ (Milliyet, 2004). Bu olay, bir sinema işletmecisinin ticari bir faaliyeti olarak yorumlanabilir elbette; ama sinemanın insanları etkileyerek inanç sistemine hizmet edecek bir algı oluşturması, hatta gerçek dünyanın sanal bir kopyasının inanç bağlamında dünyevi hayat için sanal sayılacak başka bir dünyanın kapısını açması beklentisini üst düzeyde vermesi olarak da değerlendirilebilir.
İyi de bu derginin okuyucusu belli bize ne bu gerçekmiş, yalanmış bunlar bizi ne ilgilendirir? Gelecek sayımızda bu durumlara bakacağız.
Aslında ne bir dergi tutuyorsunuz elinizde ne bu yazıyı ben yazdım ne de siz okudunuz, sadece okuduğunuzu sandınız... Bu dünya yalan gerisi boş...
Hoşçakalın.
* http://www.trtakademi.net/wp-content/uploads/2016/08/Savas-Ferhat-Dijital-Dunyanin-Gercekligi-Gercek-Dunyanin-Sanalligi-Bir-Dijital-Medya-Urunu-Olarak-Sanal-Gerceklik.pdf